8 Temmuz 2015 Çarşamba

Aptal deneme

Uzun zamandır yazamıyorum bir şeyler çünkü evimde internet yok. Yaklaşık 2 yıldır internetin beyninizi emen tarafına uzağım. Mobil veri ile sosyal medyayı daha aktif kullanarak bu "bağımlı kalma" arzumu bastırıyorum. İnanın gündemde inanılmaz şeyler oluyor ve ben de tam bu yüzden hiçbirine inanmıyorum. Her ölüm, her insanın hayatının sona ermesi, her atılan imza, edilen küfür, alınan karar elbet insanlık tarihi için yahut ana haber bültenleri için önemlidir ancak artık benim için sadece 5 dakikalık bir yakınmadan ibaret. Gelişigüzel sövüyorum geçiyorum. Eskiden olsa kafa patlatır, üzülür, elimden bir şey gelmediği için kahrolurdum. Yönetmeni, senaristi, başrolü belli bu tatsız aksiyon filminden zerre keyif almıyorum ve "yarısında çıkasım geliyor". Hüseyin Nihal Atsız'ın dediği gibi "Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum."


Bu gereksiz malumat ve izahat içeren girizgahtan sonra üzerinde durmak istediğim konu son günlerde sürekli konuşulan Doğu Türkistan. Açıkçası ilgi alanlarımla alakalı ciddi sıkıntılar olduğu için öncesinde bir açıklama yapmak istiyorum. Mesela yakın tarihi zaten sevmem. Bununla birlikte bu Ortadoğu bataklığından da mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırım. Esad'mış, Mursi'ymiş her ne kadar diğer bölgelere göre "daha önemli" olarak nitelendirilseler de benim asla ilgimi çekmediler. Ben daha çok Asya'daki özerk Türkî cumhuriyetler ile ilgileniyordum. Urumçi'nin falan uzun zamandır farkındaydım. Bu konuda derin araştırmalar yapmamış olsam da şahsi fikriyatım; her türlü etnik grubun çekinmeden özgürlük mücadelesi vermeye başladığı bir dönemde Uygurlar gibi yalnız Türk ırkına değil insan ırkına da önemli hizmetlerde bulunmuş bir etnisitenin, pek tabi bu özgürlük mücadelesini vermeye hazır olduğu yönünde. Kaldı ki ortada bir takım iddialar varsa bunların içi tamamen boş olamaz. Doğru her zaman kazanır. Günümüzde çoğu insan intikamcı bir bakış açısıyla ilerliyor. "Türkler zamanında çok acı çektirdi, biraz da onlar çeksin" tarzı söylemlerin ardı arkası kesilmiyor. Bu tarz düşünenlere şunu hatırlatarak yazıyı sonlandıracağım; Uygurlar binlerce yıldır önce Maniheizm ardından da İslamiyet'in etkisiyle diğer "barbar" Türk boyları kadar kan dökmüyor, dökemiyor. Bu yüzden Somalili bir çocuğa acıdığınız kadar Urumçili bir çocuğa da acıyabilirsiniz. Acının ırkı olmaz. Esen kalın.

5 Haziran 2015 Cuma

İki aradayız, bin deredeyiz; boğuluyoruz.


Ne istediğini bilmeyen insanlardan oluşan bir ülke haline geldik. Asla mantığımızla hareket edemedik. Hep çaktırmadan değer vermeye çalıştık, mantığımızla hareket etmediğimiz gibi duygularımızın hareketini de kimseye belli etmek istemedik. Çünkü hepimizin derdi "O ne derdi? Bu ne derdi?" Kitapta böyle yazıyor, televizyonda şöyle diyor, benim zamanımda böyleydi oğlum, sen bilmezsin kızım. Şanssız bir biçimde yüzlerce kez modifikasyona uğramış geleneklerimizle ve kültürümüzle ne topyekûn tabularımızı yıkabildik ne de topyekûn o tabulara bağlı kalabildik. Hep günü kurtardık; Cuma sabahı en kusursuz Müslümandık ancak Cumartesi gecesi kopma gecesiydi ve yuvarlanmayı bekleyen Bomonti'ler vardı. Instagram'a yüklenmesi gereken fotoğraflar vardı. Eve gelen misafire gösterdiğimiz fotoğraf albümleri gibi "Bakın biz ne kadar mutluyuz" imajı çizmek zorundaydık. Çünkü birbirimizle konuşmadan sadece bakışarak(nazar değdirerek) ve koklaşarak(sevmeden sevişerek) anlaşabiliyorduk. Binlerce yıllık zengin bir dili konuşuyorduk oysa ki hepimiz. Bu millet sorduğu "Var mı benden bir isteğin?" sorusunu sorarken aslında her zaman buruk bir "Canının sağlığı..." cevabını duymayı bekledi. Sadaka ömrü uzatır diye verildi. Fitre zekat cennetten arsa parsellemek için verildi. Hiçbir umut hiçbir hayal değer görmedi. Emirleri ve gerekleri son derece net olan dinimizi hala öğrenemedik. Hala gözü yaşlı din tüccarlarının ağzının içine gömülüp kendimizi nasıl aklarız onu düşünüyoruz. Hâlbuki çok kolaydı Allah'a hizmet etmek, Allah'ın yarattığına hizmet etmek, onun ve onun torunları için birkaç yüzyıl daha kazanmak gerekiyordu. Ağaç dikmek gerekiyordu. İyi beslenmek, beslenemeyeni beslemek gerekiyordu. "Çıplak halkı giyimli, fakir halkı zengin kılmak" gerekiyordu. "Halkı ateş ve su gibi birbirine düşman etmemek" gerekiyordu. Zalimin cezasını kesmek gerekiyordu; el açıp da Allah'a bana yardım et dememek gerekiyordu daha fazla. Çünkü o Allah ki el vermişti, düşünmek için akıl vermişti. Kendinden birer parçalar ile donatmıştı Adem adlı korkutucu eserini. Bu Adem ne bir hayvandı, ne bir tanrıydı. Ne yaratabiliyordu ne sessiz kalabiliyordu. Yeryüzünün sahibiydi Adem yine ve yine ağaç dikmeliydi Adem. Evi çökmekte olan bir acizdi Adem. Yıkılıp gitmemek için en ufak sarsıntında, onarmalıydı Adem. Önce fikrini, sonra zikrini. O zikirler ki şekil veren en taze fikirlere, onlar bir lale soğanı gibi itina ile dikilmeliydi ki toprağa, topraktan gelen Adem toprağa giderken, toprağa gidecek olanlara hoş görünsün. Adem'in oğlu ağlamasın arkasından, zannetsin ki babası düğüne gidiyor. Evet "Ölüm benim düğünümdür" diyen Mevlana gibi Adem'in toprağını iyileştirmeye gelin onun topraklarından başlayalım.