5 Haziran 2015 Cuma

İki aradayız, bin deredeyiz; boğuluyoruz.


Ne istediğini bilmeyen insanlardan oluşan bir ülke haline geldik. Asla mantığımızla hareket edemedik. Hep çaktırmadan değer vermeye çalıştık, mantığımızla hareket etmediğimiz gibi duygularımızın hareketini de kimseye belli etmek istemedik. Çünkü hepimizin derdi "O ne derdi? Bu ne derdi?" Kitapta böyle yazıyor, televizyonda şöyle diyor, benim zamanımda böyleydi oğlum, sen bilmezsin kızım. Şanssız bir biçimde yüzlerce kez modifikasyona uğramış geleneklerimizle ve kültürümüzle ne topyekûn tabularımızı yıkabildik ne de topyekûn o tabulara bağlı kalabildik. Hep günü kurtardık; Cuma sabahı en kusursuz Müslümandık ancak Cumartesi gecesi kopma gecesiydi ve yuvarlanmayı bekleyen Bomonti'ler vardı. Instagram'a yüklenmesi gereken fotoğraflar vardı. Eve gelen misafire gösterdiğimiz fotoğraf albümleri gibi "Bakın biz ne kadar mutluyuz" imajı çizmek zorundaydık. Çünkü birbirimizle konuşmadan sadece bakışarak(nazar değdirerek) ve koklaşarak(sevmeden sevişerek) anlaşabiliyorduk. Binlerce yıllık zengin bir dili konuşuyorduk oysa ki hepimiz. Bu millet sorduğu "Var mı benden bir isteğin?" sorusunu sorarken aslında her zaman buruk bir "Canının sağlığı..." cevabını duymayı bekledi. Sadaka ömrü uzatır diye verildi. Fitre zekat cennetten arsa parsellemek için verildi. Hiçbir umut hiçbir hayal değer görmedi. Emirleri ve gerekleri son derece net olan dinimizi hala öğrenemedik. Hala gözü yaşlı din tüccarlarının ağzının içine gömülüp kendimizi nasıl aklarız onu düşünüyoruz. Hâlbuki çok kolaydı Allah'a hizmet etmek, Allah'ın yarattığına hizmet etmek, onun ve onun torunları için birkaç yüzyıl daha kazanmak gerekiyordu. Ağaç dikmek gerekiyordu. İyi beslenmek, beslenemeyeni beslemek gerekiyordu. "Çıplak halkı giyimli, fakir halkı zengin kılmak" gerekiyordu. "Halkı ateş ve su gibi birbirine düşman etmemek" gerekiyordu. Zalimin cezasını kesmek gerekiyordu; el açıp da Allah'a bana yardım et dememek gerekiyordu daha fazla. Çünkü o Allah ki el vermişti, düşünmek için akıl vermişti. Kendinden birer parçalar ile donatmıştı Adem adlı korkutucu eserini. Bu Adem ne bir hayvandı, ne bir tanrıydı. Ne yaratabiliyordu ne sessiz kalabiliyordu. Yeryüzünün sahibiydi Adem yine ve yine ağaç dikmeliydi Adem. Evi çökmekte olan bir acizdi Adem. Yıkılıp gitmemek için en ufak sarsıntında, onarmalıydı Adem. Önce fikrini, sonra zikrini. O zikirler ki şekil veren en taze fikirlere, onlar bir lale soğanı gibi itina ile dikilmeliydi ki toprağa, topraktan gelen Adem toprağa giderken, toprağa gidecek olanlara hoş görünsün. Adem'in oğlu ağlamasın arkasından, zannetsin ki babası düğüne gidiyor. Evet "Ölüm benim düğünümdür" diyen Mevlana gibi Adem'in toprağını iyileştirmeye gelin onun topraklarından başlayalım.